“Büyükler sayıları sever. Onlara yeni arkadaştan bahsettiğinizde size asla işin aslını sormazlar. Hiçbir zaman, ”Sesinin tonu hangileri? Kelebek koleksiyonu yapıyor mu? ” demezler. “Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası ne kadar kazanıyor?” diye sorarlar. Sadece bunları bildiklerinde arkadaşlarınızı tanıdıklarını sanırlar.”
*Antoine de Saint-Exupéry
İnsan ilişkileri alma-verme dengesi üzerinden ilerlediğinde, hayal kırıklığı duygusunu sık sık yaşama ihtimalimiz artar. İnsanlarla kurduğumuz bireysel ve toplumsal ilişkilerde, verici bir ilişki kurarken bunun karşılığında karşı taraftan alacaklarımızı bir hesap-kitap ilişkisi olarak düşünmemiz, “faydacı” bir ilişkiyi ortaya çıkarır. Faydacı ilişkiyi maddi ve manevi beklentiler üzerinden değerlendirebiliriz. Bazen bu beklenti açık bir şekilde ifade edilirken, bazen de üstü örtülü bir biçimde yapılmaya çalışılır.
İnsan, diğeri ya da diğerleriyle kurduğu ilişkiler bütününde başkası için bir şeyler yapabilir. Bu, bir talep üzerine gerçekleşebileceği gibi, doğallığında da olabilir. Diğer insanların bizden taleplerde bulunması kadar normal bir durum yoktur aslında. İnsan, toplumun bir parçası olduğu günden itibaren diğer insanlara ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç, insanın doğayla olan mücadelesiyle başlayan bir süreçtir. Burada, bu ihtiyacı hangi ilişkiyle şekillendirdiğimiz önemlidir. Bu ilişkilerde karşılıklı çıkar yerine, insanlığın ortak değerlerine dayalı bir anlayışı benimsemeliyiz. Bu anlayışla kurulan ilişkiler, doğallığı içinde saygıyı ve karşılıklı yardımlaşmayı barındırır.
Toplumsal ilişkiler ağının içinde, kurduğumuz temasın ve çevremizin hayatına dokunmamızın insanlar üzerinde bir saygı duygusu oluşturduğu gerçeği yadsınamaz. Bu saygıdan kaynaklı olarak, insanlar sizin için bir şeyler yapma çabasına girebilir. Bu, kuşkusuz doğaldır. Ancak doğal olmayan kısmı, ilişkiyi kurarken ya da hayatlarına dokunurken karşılığında ne alacağımızı bir an bile aklımızdan çıkarmamaktır. Saygı kazanmak için bir ‘özel bir çaba’ içine girmek de bundan farklı değildir. Saygının kendi doğallığında gelmesiyle, bunun için ‘özel bir çaba’ gösterilmesi arasında belirgin bir fark vardır. Birincisi, alma üzerine kurulu bir verme ilişkisidir; ikincisi ise, insanın insanla etkileşimidir.
Örneğin, bir şehrin koca binalarının gölgesinde kalmış bir mahallenin ara sokaklarındaki bir bakkalı düşünelim. Sabah mahmurluğu içinde iki ekmek almak için bakkala gittiğinizi hayal edin. Bakkal, size iki ekmek verirken, “Gününüz güzel geçsin,” diyor. Bu cümle, üzerinizden sabah mahmurluğunu alıyor ve yüzünüzde bir gülümseme oluşturuyor. Bu durumda bakkal, müşterilerine karşı pozitif davranmış; onların sıkışmış yaşamlarına belki de bir nefes olmuştur. Bir başka örnek: Evinizin önündeki bahçeyi suladığınızı düşünün. Yoldan geçen biri size teşekkür ediyor. Bu kişinin davranışını alma-verme ilişkisi üzerinden değerlendiremeyiz. Burada, kişinin kendi öz faydasını aşan, insanlığın yeşil bir dünyada yaşama isteğidir. Bu iki örnekte saygının kendi doğallığında nasıl kazanılacağını gösteriyor.
Yazımız boyunca kastettiğimiz alma-verme ilişkisi, kişisel bir ilişkidir. Bugünün ihtiyacı, insanlığın geçmişten süzerek biriktirdiği kavramları yaşatmaktır. İlişki kurduğumuz her şeye ve herkese bıraktığımız izin, toplumsal anlamda bizlere ve gelecek kuşaklara yapacağı katkıyı yadsımamak gerekir. Aksi takdirde, bizi kendi içimizde ve karşımızdakiyle uğraştıran, sonu gelmeyen bir döngü içinde kaybolabiliriz.
* Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens